5 Aralık 2013 Perşembe
İsimli Çarpı İşi Kapı Süsleri
Kursta arkadaşlarıma evde yaptıklarımdan bahsediyordum. Sonra içlerinden Dominikli olan benim yeğenim var onun için bir tane yapar mısın? Noel hediyesi vermek istiyorum dedi. Böylece bir anda gündemime bunlar oturmuş oldu. Aslında baya uğraştırıcı olduklarını kabul etmeliyim. Sadece işlemekle kalmıyorsun aynı zamanda kapı süs haline de getirmeye çalışıyorsun. Ama çok zevkli oldu benim için yapması. Sadece ilk başta nasıl son halini veririm ve ihtiyacım olan yan ürünleri Almanya'nın bu kırsal bölgesinde nereden temin ederim diye çok düşündüm. Ama işte insan bir konuya kanalize olunca onunla ilgili şeyler karşısına çıkmaya başlıyor teker teker. Almanya'da bu tip el işi ile uğraşanların çok işine yarayacak yerler keşfettim teker teker yayınlayacağım. Ama şu anki konumuz bu kapı süsü. Talep olursa bu tip şeyler yapmaya devam edeceğim. Her isim değişiklik demek, değişik tasarımlar demek. Sonuçta çalışması zevkli şeyler çıkıyor. Umarım hediye edilecek kişi de sever.
Not: Resim maalesef İnstagram resmi mazur görün beni lütfen :) ve biliyorum çivi çok korkunç. Geldiğimiz de duvarda duruyordu çıkarmayım çirkinliğini örtsün diye kocaman nazar boncuğu astık biz de :)))
Etiketler:
cross stitch,
çarpı işi,
i made this,
kapı süsü,
kreuzstich,
name tag,
self made
2 Aralık 2013 Pazartesi
Bitmeyen Snood namı diğer Boyunluk
Yaklaşık 5 sene önce (yani o civar uzaklıkta bir zamanda :))) T-Box ürünlerinin en meşhur olduğu zamanlarda (belki hala meşhurdur ama benim için olmayabilir - bilemiyorum son durumunu) T-box ürünleri arasında külaha benzer plastik bir kutu içinde atkı örmek için yün ve şiş bulunurdu. 3 ya da 4 rengi olan bu ürünlerden bana sadece bir renk alabilmek kısmet olmuştu. Daha pastel bir renginde fena halde gözüm kalmasına rağmen hiç bir yerde bulamamıştım. Neyse efenim aldığım bu yün ile ne yapsam diye düşünerek 1-2 yıl kadar zaman geçti. (Maalesef istiflemeyi seviyorum, bir gün mutlaka gönlüme göre yapacak bir şey çıkıyor ortaya). Sonra snood denilen boyunluklar ortaya çıktı. Bende düşündüm taşındım bu yünden bir snood yapayım dedim. Ama düz şiş ile snood örüp arkadan dikmek açıkçası hoşuma gitmediğinden ve daha önce misina şiş kullanmadığımdan bir miktarda yapabilir miyim acaba ile 5 ay geçirdim. Sonra ya herru ya merru diyerek örmeye başladım. Yarısı bile sayılamayacak bir aşamaya geldiğimde fark ettim ki boyunluk için fazla sayıda ilmek atmışım ve yapmaya çalıştığım örgü şekli ile maalesef örgü üremiyor. (Elimde maalesef bir adet yumak vardı ve yenisini bulmam imkansızdı) bunu farketmemle eş zamanlı olarak evlilik hazırlığı içine girme, evlilikten sonra evlilik hayatına alışma vs derken o örgü bildiğiniz 3 yıl daha o şekilde bekledi. Gel gelelim biz bu arada Almanya'ya taşındık ve benim yine aklıma bu örgü geldi. Tekrar tüm aşamaları gözden geçirdim ve başladım sökmeye. Kafamda yeniden tasarladım; ilmek sayısını azalttım, örgü modelini değiştirdim ve ördüm de ördüm. (Yün aslında baya fazlaymış :))) Artık yünden ve yaptığım örgüden sıkılmışken sonunda dün gece benim dillere destan tarihi uzun boyunluk bitiverdi. Yukarıda resmi olan işte bu meşhur boyunluk :)) İlmek arttırmadan yaptığım için boynumdan aşağısını koruması için daha esnek olsun diye bir numara büyük şiş ile örgüyü kestim. Resimde alta doğru biçimsiz görünmesinin sebebi bu. Ama sonunda tam istediğim gibi oldu. Üzerine de süslemek için 2011 Kasımda evlendikten hemen sonra arkadaşlarımızın yanına yaptığımız Belçika gezimizdeki Brugge ziyaretimizden aldığım dantel broşu iğneleyiverdim. Sınıftaki kızlar çok beğendiler ve bize de örer misin deyince kabul ettim. Örgüye yoğunlaşınca çok da uzun sürmüyor. Bir gün bana el işinden para kazanacaksın deseler inanmazdım ama şaka maka kazanıyorum. Hayatta her şeye açık olmak lazım. Hayatın seni nerelere sürükleyeceği hiç belli olmuyor. :))
Tam da benim bloğumun adına yakışır şeyler oluyor...
Chances Are ...
Etiketler:
boyunluk,
elişi,
Hand arbeiten,
hand made,
hobby,
hobi,
örgü boyunluk,
örgü örmek,
örgü snood,
snood,
t-box,
yün
12 Kasım 2013 Salı
Die Mercerie - Münih'te Elişi Dükkanı
Oktoberfest'in son haftasonunda biz de bu devasa eğlenceyi görelim diye Münih'e gittik. Aslında Münih ve Oktoberfest ile ilgili bir post atacaktım ama annemler Almanya'ya gelince o postta atılacak postlar arasında yerini almış oldu. Tabi o arada yeni yerler gördüğümü ve bu gezi postalarının artık yazılmak için fazlasıyla beklediğini belirtmem lazım. İnşallah daha çalışkan bir blogger olacağım büyüyünce :)) Büyük şehirlere seyahat edeceğim zaman önceden hep araştırma yaparım ve araştırmanın ilk 3 ana maddesi şöyle sıralanır: Yemek yenecek yerler, kitap dükkanları ve elişi dükkanları. Yani bizim köyde bulamadığımı arayacağım adresler bulmaya çalışıyorum. Münih'te de durum pek farklı olmadı açıkçası ama yemek yenecek yer baştan elenmişti çünkü tek gecemiz vardı ve oktoberfestte olacaktık o zaman oktoberfest çadırında ne bulursak onu yiyecektik. Kitap dükkanları ise toptan yalan olmuştu çünkü ilk gün gündüzden Toni'nin bir arkadaşıyla buluşacağımızdan ve pazar günleri tüm dükkanların kapalı olmasında onu da elemiştim. Geriye elişi dükkanı kalmıştı. Aslında bu alanda da 3-5 dükkan gezebilecek tahammülü olamayan kociden dolayı sadece bir dükkan belirledim ve şehre girer girmez oranın adresini GPS'e girdim. Yoksa gidemezdik kesin çünkü cumartesi bile 2'ye kadar açıklar. Bu dükkanı bulmam ise size şuradaki yazımda bahsettiğim "esprit boudoir" kitabımdan bir çarpı işini yapmaya karar vermemle oldu. Yazıda verilen DMC marka çarpı işi iplerini Almanya'da nerede bulurum diye aranırken (buralarda sadece Anchor bulabiliyorum ve evet biliyorum birbirlerine dönüşüm tabloları var ama DMC'deki renk skalası daha geniş olduğundan dönüşüm yaptırdığımda benim iki ayrı DMC rengine aynı anchor ipi önerdiğini gördüm :(( yapacak bir şey yoktu.) web sitelerinden web sitelerine sürüklenirken DMC'nin satıcısı olan Die Mercerie ile karşılaştım. Web sitesinden bakınca o kadar güzeldi ki ve bize o kadar uzaktı ki... Sonra bir anda Oktoberfest'e gitmemiz kesinleşince bende bir bayram havası oldu ki sormayın.
Otele gidip eşyalarımızı bile sallamadan oraya gittik ve sadece 15 dakika kalabildim. Zannediyorum ileride böyle bir dükkan sahibi olmak hayallerimi süslüyor; hem de çok. Dışarıdan küçük bir dükkan gibi görünse de boyuna doğru uzayan ince uzun bir dükkan Die Mercerie. Her köşesinden ayrı bir iplik, tuhafiye malzemesi fışkıran, oldukça farklı kumaşlar bulunduran, bin bir çeşit yünleri olan ve bunun yanında ortama uyum sağlamış dekorasyon öğeleri ile sıcacık bir dükkan. Dükkanın en dibinde bir de kahve ve kek alabileceğiniz hatta oturabileceğiniz bir köşesi var ve bu köşede devamlı farklı kurslar veriyorlar. İyi ki şu an Münih'te değiliz yoksa batmıştım kurslara para vermekten; bilmediğimden değil ortamı soluyabilmek için daha çok. Toni beni arabada beklemiyor olsaydı kapanış saatine kadar orada kalabilirdim. Umarım resimlerimden güzelliğini size yansıtabilmişimdir, bazıları sanırım heyecandan ve hızlı olmaya çalışmaktan biraz flu gibi affedin lütfen. Yolu Münih'e düşenler ve elişine düşkünler mutlaka uğrasın diyor ve sizi resimlerle başbaşa bırakıyorum. Ben şahsen bayıldım.
Etiketler:
Almanya,
craft shop,
cross stitch,
çarpı işi,
Die Mercerie,
DMC,
DMC garn,
elişi,
elişi dükkanı,
Germany,
Hand arbeiten,
kreuzstich,
Munich,
München,
Münih
11 Kasım 2013 Pazartesi
Martinstag - St. Martin’s Day- Martinmas
Bugün yani 11.11.2013 Almanya'da St. Martin's günü olarak kutlanıyor. Martin bir roman askeriymiş ve erişkin bir yaşta vaftiz edilip doğrudan papaz olmuş. Onunla ilgili en meşhur efsane ise kar fırtınası olan bir gecede paltosunu ikiye bölerek onu bir dilenci ile paylaşmasıymış. Gece yattığında paltonun yarısını İsa'ya verdiğini hayal etmiş ve rüyasında İsayı görmüş. Martin çocukların ve fakirlerin arkadaşı olarak biliniyormuş. Amerikalılar bugün veteranlar gününü kutlarken Avusturyalılar ve Almanlar ise Martinmas'ı kutluyorlar. Martinmas bir çeşit Halloween ve Thanksgiving karışımı bir kutlama olarak anlatılabilir. Bugün hasat zamanının bittiğini ve kışın başladığını işaret ediyor. (çok da yanlış sayılmaz zira bugün buralara ilk kar düştü ve hava feci soğudu) Aynı zamanda da Christmas'a 40 gün kaldığını ifade ettiğinden gizli olarak Noel alışverişinin başlangıç zamanı (bunlar hep kapitalist düzenin yan etkileri :))) olarak da anılırmış. Daha eskilerde insanlar açları doyurur, yemekler verilir, komşularla paylaşırlarmış. Şimdi ise hava karardığında çocuklar okullarda kendi yaptıkları fenerlerle kiliselerden şehir merkezine doğru yürüyüş yapar ve ich geh mit meiner Laterne - Fenerimle gidiyorum isimli şarkıyı söylüyorlarmış. Maalesef size resim ekleyemiyorum çünkü hava soğuk ve şehir merkezi yaklaşık 800m uzakta ve araba girişsiz bir yer olduğundan görmeye gitmedim.
Bugün ayrıca yine bugüne özel bir tatlı pasta işi bir şey çıkıyor. İsmi de Reformatiosnbrötchen şurada resim ve tarifi var. Kursa gitmek bu işlere de yarıyor bir yandan da kültüre entegre oluyorsun. Tabi bu özel pasta işinden almadım çünkü internetten bakmadan neye benzediğini bilemediğimden ne isteyeceğimi de bilemedim. Ama bugün unlu mamuller dükkanları acayip yoğundu demek ondanmış.
Martinmas ile ilgili ayrıntılı bilgiisteyenler lütfen buraya tık tık.
Şu an öyle görünüyorsa da bakalım bugün gerçekten kışın başlangıcı mı göreceğiz.
22 Ekim 2013 Salı
Çocukluk uğraşına geri dönüş
Kardeşimle aramızda çok az yaş farkı olduğundan ve annemin ö zamanlar çalışıyor olmasından dolayı çocukluğumun büyük bir kısmını anneanne yanında geçirenlerdenim. Hatta bir ara öyle bir hal almıştı ki annemler beni götürmeye geldiğinde oturur ağlardım. Anneannemin arkadaşlığı benim için inanılmaz keyifliydi. Gerçi anneannesini sevmeyen herhalde yoktur. Ben bir de onun ilk torunu olduğumdan yerim ayrıdır :)) O kadar süre anneanne yanında geçirince eski zamanların malum yaz aktivitesi olan dantel, kanaviçe ve kış aktivitesi olan örgü ile aram çok iyiydi. Bunlardan benim en çok sevdiğim ise Türkçe'deki ismi ile çarpı işi veya cross stitch ya da halk arasındaki kanaviçe. Ortaokul yıllarında annem, babaannem ve benim birlikte yapmış olduğumuz bir iki sehpa örtümüz var. Hatta şu an onları ben kullanıyorum. Daha sonra derslerimin ve ilgi alanlarımın değişmesiyle bu hobi benim için rafa kalkmıştı veee şimdi tekrar hortluyor :)) Bakalım bu tekrar başlangıçtan neler çıkacak ben de çok merak ediyorum. Öncelikle ısınma turu olarak bu ayki - ya da geçen ayki diyeyim yenisi çıktı - Cross Stitcher dergisi ile birlikte geçen küçük çarpı işi yılbaşı süsünü yapacağım. Aşağıda da hobimi canlandırmak için okuduğum dergilerimi ve kitabımı görebilirsiniz.
İlk resimdekiler sırasıyla Cross Stitcher (İngiliz), Kanaviçe Dergisi(Türk), Mollie Makes(Amerikan ama Almanya edisyonu)
İkinci resimdekiler sırasıyla: Dein Kreuzstich Magazin (bunu pek sevmedim çok babaanne işleri var, bir daha almam sanırım), Living At Home Spezial Hand Made, Mollie Makes
Veee sonuncusu ise geçen Strasburg ziyaretimizde oradaki bir alışveriş merkezinin içindeki acayip güzel bir kitapçıdan alınmış Esprit Boudoir a broder au point de croix isimli çarpı işi kitabım. Daha çok yeni doğan ve kız çocuklarına özel şeyler içeriyor ama başka projeler de mevcut. Daha sonra bir ara kitap için ayrı post yapmayı düşünüyorum. Bu kitaptan yapılacak ilk projemin tüm malzemeleri hazır bile. Ama önce aşağıdaki ile başlayacağım. Her ne kadar bu işte eski de olsam ısınma turuna ihtiyacım var.
İlk projem de aşağıda başlangıç hali ile görülüyor. Bakalım bitmiş halini ne zaman paylaşabileceğim.
İlk resimdekiler sırasıyla Cross Stitcher (İngiliz), Kanaviçe Dergisi(Türk), Mollie Makes(Amerikan ama Almanya edisyonu)
İkinci resimdekiler sırasıyla: Dein Kreuzstich Magazin (bunu pek sevmedim çok babaanne işleri var, bir daha almam sanırım), Living At Home Spezial Hand Made, Mollie Makes
Veee sonuncusu ise geçen Strasburg ziyaretimizde oradaki bir alışveriş merkezinin içindeki acayip güzel bir kitapçıdan alınmış Esprit Boudoir a broder au point de croix isimli çarpı işi kitabım. Daha çok yeni doğan ve kız çocuklarına özel şeyler içeriyor ama başka projeler de mevcut. Daha sonra bir ara kitap için ayrı post yapmayı düşünüyorum. Bu kitaptan yapılacak ilk projemin tüm malzemeleri hazır bile. Ama önce aşağıdaki ile başlayacağım. Her ne kadar bu işte eski de olsam ısınma turuna ihtiyacım var.
21 Ekim 2013 Pazartesi
Bayram misafirlerimiz evlerine döndü
Bayramda annemle babam buradaydı. Bayrama benzeyen bir bayramdı. Hem de Türkiye'den en son gelişimin üzerinden yaklaşık 4,5 ay geçmişti ve ben bizimkileri özlemiştim. Çok çok iyi oldu bizim için. Annem yanında getirdiği süper peynirler, kuru bamya, biber, patlıcan ve kumaş-dergi vs ile evimizi şenlendirdi. Gelir gelmez mutfağa dalan annem bizim buralarda yapmaya fırsat bulamadığımız ve hatta malzeme olarak da bulamadığımız yemeklerden seçmeler sundu :)) Hatta ben sabahları kursa gittiğim için bakmış evde sıkılıyor bir de ütülerimi bile yapmış. Annelerin hakkı gerçekten ödenmez. Biz de tabi ki onları olabildiğince çok gezdirmeye çalıştık. Kursum olmasaydı daha güzel gezerdik ama olsun ilk sefer için yine de güzel yerler gördüler. Birlikte Rothaus bira fabrikası, Titisee, Freiburg, Konstanz, Triberg, Strasburg yaptık. Artık bir kaç gezi postu yapmanın zamanı geldi sanırım. :))
Yeniden kanaviçeye başlayacağım deyince de ondan istediklerimin yanında bir de kumaşlar vs. getirmiş. yani resmen bizi donattılar. Bu malzemelerden güzel şeyler çıkacağına eminim.
Yeniden kanaviçeye başlayacağım deyince de ondan istediklerimin yanında bir de kumaşlar vs. getirmiş. yani resmen bizi donattılar. Bu malzemelerden güzel şeyler çıkacağına eminim.
9 Ekim 2013 Çarşamba
Tis the season
Kendi ülkende yaşamayınca insanın bayramları bile değişiyor. En büyük sebebi kendi ülkenin bayramlarında senin çalışıyor olman. Bir de bayram hafta içine gelmişse bayram sabahları güzel güzel giyinip önce birbirinin daha sonra ailenin diğer fertlerinin bayramını kutlamak üzere dışarı çıkmak yerini "pantolonumu bulamıyorum", "geç kaldık makyajına arabada devam etsen" kıvamında cümlelerle dolu sıradan bir sabaha bırakıveriyor. Şeker bayramında Toni'nin ailesini ağırlamıştık ama o kadar gezmeye odaklanmışız ki birbirimizin bayramını kutlamamıştık bile. Şimdi de Kurban bayramı için annemler geliyor. Ben kursa, Toni ise işe gittiğinden bayram sabahında boş bir eve uyanacaklar :((
Kendi bayramını olduğu gibi kutlayamadığından kendince yaşadığın ülkenin bayramlarını kutlamaya başlıyorsun bir yerden sonra. Mesela ben Paskalya bayramından pek bir şey anlamıyorum ama 4 gün tatil olduğu için gönlümde güzel bir yere sahip :D Ama Noel bayramları ayrı bir güzel. Her ne kadar önümüzde Halloween olsa da vitrinler yavaş yavaş Noel hazırlıklarına başladı. Buralarda galiba Halloween çok kutlanmıyor anladığım kadarıyla. Buna rağmen Noel'e daha nerdeyse 2 ay olmasına rağmen o havaya girmeye başlayan çok kişi ve mağaza görüyorum. Ve maalesef ben de bunlara kayıtsız kalamayacağım. Ben işim açıkçası süs kısmıyla ışıklarla, asılan süslerle o rengarenk ışıltılı kısımla. Şimdilik sizle gümbür gümbür gelen bir sezondan iki fotoğraf paylaşacağım. Ama Aralık ayında Noel pazarları kurulsun işte asıl güzelliği o zaman göreceksiniz.
Bu arada şimdiden Kurban Bayramınız kutlu olsun. Oralarda bir yerlerde bizim yerimize de kutlayın olur mu?
Kendi bayramını olduğu gibi kutlayamadığından kendince yaşadığın ülkenin bayramlarını kutlamaya başlıyorsun bir yerden sonra. Mesela ben Paskalya bayramından pek bir şey anlamıyorum ama 4 gün tatil olduğu için gönlümde güzel bir yere sahip :D Ama Noel bayramları ayrı bir güzel. Her ne kadar önümüzde Halloween olsa da vitrinler yavaş yavaş Noel hazırlıklarına başladı. Buralarda galiba Halloween çok kutlanmıyor anladığım kadarıyla. Buna rağmen Noel'e daha nerdeyse 2 ay olmasına rağmen o havaya girmeye başlayan çok kişi ve mağaza görüyorum. Ve maalesef ben de bunlara kayıtsız kalamayacağım. Ben işim açıkçası süs kısmıyla ışıklarla, asılan süslerle o rengarenk ışıltılı kısımla. Şimdilik sizle gümbür gümbür gelen bir sezondan iki fotoğraf paylaşacağım. Ama Aralık ayında Noel pazarları kurulsun işte asıl güzelliği o zaman göreceksiniz.
Bu arada şimdiden Kurban Bayramınız kutlu olsun. Oralarda bir yerlerde bizim yerimize de kutlayın olur mu?
Etiketler:
Almanya,
Almanya'da yaşam,
Ekim,
Kurban bayramı,
Noel,
Tis the season
1 Ekim 2013 Salı
Hoşgeldin Ekim
Bu arada hazır havalar bizi içeriye kapatmaya başlamışken size iki online yayın önermek istiyorum. Ben günümü bunlara bakarak geçireceğim. İlkini bir süredir takip ediyorum ve yeni sayısı normale göre uzun bir aradan sonra bugün çıktı: Blank-mag yeni sayısı 1973 ile tekrar yayında. Hem konular arası zıplarken; bir yandan da sayı temasına uygun müzikleri dinleyebilirsiniz. İkincisi ise yeni keşfettiğim bir yayın: 91 Magazin Çoğunlukla bloggerların yazılarından oluşuyor. İçinde dekorasyon, el işi, yemek vs ile ilgili bir sürü fikir bulunuyor. Ayrıca benim gibi görselliğe de önem veriyorsanız oldukça renkli olduğunu söyleyebilirim ;)
Size kalan ise bir fincan kahve ve sıcak battaniye alıp bilgisayarınızın karşısına geçmeniz.
Güzel bir Ekim dilerim hepinize.
26 Eylül 2013 Perşembe
Hastalanmak
Şöyle düşünüyorum; bence hastalanmak dünya üzerinden kaldırılmalı ya da insan bedeninden. Gerçi bu sefer başımıza neler gelir onu da az çok tahmin edebiliyorum. İnsanın kendini fazla yenilmez ve güçlü hissetmesi bir yana hastalığın bize öğrettiklerini öğrenemeden geçen yaşamlar ve bu tecrübeleri edinemediğimiz için başımıza gelebilecek daha büyük felaketler. Şurası açık ki vücudumuz bize arada böyle hareketler yapabiliyor. Bizi silkmek ya da eski bildiğimizi unuttuysak hatırlatmak istiyor. Bunu da genellikle hastalıkla yapıyor. Hayatının çoğu deniz kenarında geçmiş küçük yaşlardan beri yüzmeyi bilen biri olarak yüzmek en sağlam bağışıklık sistemidir bence. Çünkü ne kadar su ile haşır neşir olursa ve o serin sulara kendini bırakırsan bir sonraki kış senin için o kadar rahat geçer. Benim mottom budur ve test etmişimdir. Hangi yaz az yüzdüysem ertesi kış o kadar çok hasta olurum. Geçen kış mesela hiç hasta olmadı ki geçen kış bizim Almanya'daki ilk kışımızdı. Herkes hastalıktan yerlerde sürünmemizi beklerken biz biraz da tedbiri elden bırakmadan her güneş gördüğümüzde bir İzmirli olarak açılıp saçılmadan kışı sağ sağlim hastalanmadan atlatabildik. Ama bu yaz o kadar az denizle haşır neşir olduk ki önümüzdeki kış ne bekleyeceğimi bilemiyorum. Hatta Fethiye'den döneli iki hafta olmuşken hastalanmamı ise neye bağlayacağımı ya da bu hastalığın fena geçecek bir kışa mı delalet olduğunu ise hiç bilmiyorum. (aslında en iyisi bu şekilde dillendirmemek - sağlıklıyım ve iyiyim diyelim ve kendi kendimize hastalık çıkarmayalım :)) tüm hastalıkların düşünce gücü ile yaratıldığına ya da düşüncelerimizdeki sakatlıktan dolayı çıktığına inanan ve bununla ilgili 2-3 kitap yazmış Louise L. Hay teyzemize ayıp olmasın - kendisi kanseri kitaplarında anlattığı şekilde yenmeseydi emin olun inanmazdım ama birkaç aylık ömür biçilip şu an ninem yaşında ve dipçik gibi olmasını başka bir şeye bağlıyamıyorum.)
Aslında düşününce iki sebepten biri olabilir hastalanmamın; 1 fethiyeden 38 derece sıcaklıkla uçağa binip Stuttgart'ta 10 dereceye inmemiz (ki bu aynı zamanda depresyon da yarattı :))) ve sonraki bir kaç günün çok soğuk olmasının yarattığı üşüme veyahutta gittiğimiz spor salonunda çalışma yaptığım iki ayrı salon arasındaki sıcaklık farkından dolayı terli terli soğuk salona dalıp 1 saat takılmam. Seç beğen al yani. Tanrım şu Alman spor salonları ile ilgili bir yazı yazmam şart aslında. Birçok artısı var ama aynı zamanda birçok eksisi de var.
Gidiyim de biraz Louise Hay okuyup niye hastalandığımı bulayım ya da terini üstünde kurutma isimli anne sözünü 1000 kere defterime yazayım.
Aslında düşününce iki sebepten biri olabilir hastalanmamın; 1 fethiyeden 38 derece sıcaklıkla uçağa binip Stuttgart'ta 10 dereceye inmemiz (ki bu aynı zamanda depresyon da yarattı :))) ve sonraki bir kaç günün çok soğuk olmasının yarattığı üşüme veyahutta gittiğimiz spor salonunda çalışma yaptığım iki ayrı salon arasındaki sıcaklık farkından dolayı terli terli soğuk salona dalıp 1 saat takılmam. Seç beğen al yani. Tanrım şu Alman spor salonları ile ilgili bir yazı yazmam şart aslında. Birçok artısı var ama aynı zamanda birçok eksisi de var.
Gidiyim de biraz Louise Hay okuyup niye hastalandığımı bulayım ya da terini üstünde kurutma isimli anne sözünü 1000 kere defterime yazayım.
20 Eylül 2013 Cuma
Princess Diana
Eskiden yani Türkiye'deyken vizyon filmlerini çok takip ederdim. Olabildiğince çok sinemaya gitmek isterdim. Sinemanın havası hep bana değişik gelmiştir. Evde de izlenir tarzı romantik komedilere de gittiğim ve hatta yanımda başkalarını da sürüklediğim ise çoktur. Bilmiyorum ama ben filmin içine sinemada daha çok girildiği kanaatindeyim. Evde ekran ne kadar büyük olursa olsun olmuyor olamıyor. Ha evde izlemiyor muyum? Tabi ki izliyorum. Ama sinema keyfim başka :))
İşte sanırım bu hafta vizyona giren Diana filmi tam benlik. Hem Diana'yı sevmemden ötürü hem de içinde yaşadığı kırgınlığı, kapana kısılmışlığı, üzgünlüğü görmek için filme gitmek istiyorum. Yani birazcık olsun yaşadığı o mahvedilmiş hayat hakkında empati yapabilmek için. Çok zor bir hayatı olduğuna ve o domuz Charles bu zor hayatın %99'unda parmağı olduğuna o kadar eminim ki sanırım birisi bunu gözlerim önüne sersin istiyorum. Hatta dünya da anlasın ve kaknem suratlı yeni karısı ile rezil olup yerin dibine geçmes istiyorum. :)) Sanki neyi değiştirecekse.
Tabi şu an bunları düşündüğümü göz önünde bulundurursanız nasıl öldüğü ile ilgili teorilerden de hangisine inandığımı tahmin etmişsinizdir. Aslında diyebilirsiniz akraban mı annen mi teyzen mi? Ama ben bu açıdan bakmamayı düşünüyorum. İngiliz kraliyeti de beni aslında pek ilgilendirmiyor. Ben Diana'nın o ekrandan bile insanın içine işleyen naif gülüşünü, açıklığını sevip, nasıl özgürlük tutkunu olup nasıl da kapana sıkıştığını görerek ona sempati besleyenlerdenim ve tahmin edersiniz ki öldüğünde evet ağlamıştım. Cenazesinin kraliyet cenazesi olsun mu olmasın mı tartışmasında sinirlenmiş, cenazeyi canlı izlerken küçük Harry'nin annesine çiçeklerini görünce gözyaşlarımı tutamamıştım.
İşte sanırım bu hafta vizyona giren Diana filmi tam benlik. Hem Diana'yı sevmemden ötürü hem de içinde yaşadığı kırgınlığı, kapana kısılmışlığı, üzgünlüğü görmek için filme gitmek istiyorum. Yani birazcık olsun yaşadığı o mahvedilmiş hayat hakkında empati yapabilmek için. Çok zor bir hayatı olduğuna ve o domuz Charles bu zor hayatın %99'unda parmağı olduğuna o kadar eminim ki sanırım birisi bunu gözlerim önüne sersin istiyorum. Hatta dünya da anlasın ve kaknem suratlı yeni karısı ile rezil olup yerin dibine geçmes istiyorum. :)) Sanki neyi değiştirecekse.
Tabi şu an bunları düşündüğümü göz önünde bulundurursanız nasıl öldüğü ile ilgili teorilerden de hangisine inandığımı tahmin etmişsinizdir. Aslında diyebilirsiniz akraban mı annen mi teyzen mi? Ama ben bu açıdan bakmamayı düşünüyorum. İngiliz kraliyeti de beni aslında pek ilgilendirmiyor. Ben Diana'nın o ekrandan bile insanın içine işleyen naif gülüşünü, açıklığını sevip, nasıl özgürlük tutkunu olup nasıl da kapana sıkıştığını görerek ona sempati besleyenlerdenim ve tahmin edersiniz ki öldüğünde evet ağlamıştım. Cenazesinin kraliyet cenazesi olsun mu olmasın mı tartışmasında sinirlenmiş, cenazeyi canlı izlerken küçük Harry'nin annesine çiçeklerini görünce gözyaşlarımı tutamamıştım.
İşte bu yüzden ben Diana'nın son iki yılına odaklanan bu filmi merakla bekliyordum, yani bekliyorum ama izleyemeyeceğim. Maalesef yüksek Alman ırkı daha öncede bahsettiğim gibi filmleri sinemalarda orjinal yayınlamamakta ısrarlı. Bu durumda benim de bu güzel filmi (yani güzel olduğunu düşünüyorum :))) bu naif, güzel kadını; kaba ve sert Almanca ile izlememekte ısrarlıyım. Normalde tv'de bile bir süre sonra Almanca bende baş ağrısı yaparken sinema zevkimi yerle bir etmek gibi bir niyetim yok. Ama izleyebilecek olanları da çoook kıskanıyorum. Galiba film ile ilgili yorumları da okumayacağım. Bilmiyorum karar vermedim.
Siz orijinal dilinde izleyebilecek olanlar için trailer ı üstte ekledim. Ben trailer'daki müzikleri de sevdim, trailer'ın kendisini de. Nasıl kıstırılmış, kapana kısılmış olduğu izleyiciye geçiyor. Umarım filmin bütünü için de aynı şeyi söyleyebilirim. Bakalım ne zaman internete düşecek? Beklemedeyim. Haberi olan olursa bana haber ederse sevinirim :))
Şimdiden iyi seyirler
18 Eylül 2013 Çarşamba
Tatilde ne okudum?
Tatile gitmek, tatil için hazırlanmak, tatil havasına girmek benim için başlı başına bir ritüel :) gerçi kimin için değil ki? :) Bu yüzden takip ettiğim blokların "tatile neler götürdüm?", "tatil makyaj çantamda neler var?" konulu postlarını ilgiyle okurum. Ama bunların yanında yanıma hangi kıyafetleri veya makyaj malzemelerini alacağım kadar hangi kitabı alacağım da benim için çok önemli. Günler öncesinden henüz okunmamış kitaplar göz önüne konur, hangisini okumaya psikolojik olarak daha yakınım, hangisini bu tatile yakıştırıyorum durur durur düşünürüm. Üşenmeyip bir de yedek alırım ki gideceğim yerin havası diğerini kaldırmazsa (ya da benim havam :))) hemen yedek olana sarılırım. Gerçi artık evlendiğimden dolayı çantada hiç yer kalmıyor ve ben maalesef bir kitap götürebiliyorum ama olsun bu sefer de nook'umu alıp gidiyorum bir basılı kitap bir nook ortamı baya çeşitlendiriyor. (Nook nedir diyenlere link verdim ancak ayrıntılı bir yazı ayrıca yazacağım)
Bu sefer de tatil öncesi kitap arayışına girdiğimde elimdeki kitaplara baktım ve henüz onları okumak istediğime ve tamamen farklı bir telden çalmak istediğime karar verdim. Zaten tatilde bence hep chick lit okunur. Tatilin o rahat, o uçucu havasına yakışan kitaplar beni daha çok açıyor. Ağırları hep kışa saklıyorum :) Bu maksatla elimdeki chick lit'ler bittiğinden hem de Toni kendisine zaten tatil için Inferno'nun Almancasını almak için Stuttgart'a gideceğinden ben de kendime taa oralara gitmişken yeni bir chick lit alabilirim diye düşündüm. Tahmin edersiniz ki vizyondaki filmleri bile altyazı ile yayınlayıp asla orjinal dilinde gösterim yaptırtmayan Alman halkının güzide kitapçılarında İngilizce kitaplar bulmak pek de kolay olmuyor (Bakınız Türkçe demedim bile, ama bazı Alman siteler online Türkçe kitap satıyor, o kadar da kerbela durumu yok). Yok mu elbetteki var ama koca kitapevinin 50cm ene sahip en dar rafında toplasan 100 adet kitap. Haksızlık ediyor muyum bilmiyorum ama Amazon.de her zaman tercihim ama geç kaldıysam yapacak bir şey yok bulduğumuzu alıyoruz.
Ben bu sefer gerçekten okumak istediğim bir tanesini aldım. O da Jojo Moyes'in Me Before You 'sunu aldım (Türkçesi Senden Önce Ben diye çıkmıştı). Tam chick lit diyebilir miyiz? Belki evet, belki hayır. Hikaye bizim Türk filmlerinde fazlasıyla gördüğümüz bir kaza sonucu nerdeyse komple sakat kalan ve ellerini bile kullanamayarak 24 saat bakıma ihtiyacı olan genç adamın intihar etmesin ve ötenaziden vazgeçsin diye işe alınan 20li yaşların sonuna yaklaşmaya başlayan, hayatını bir gece başına gelen tecavüz olayından sonra oldukça tekdüze, göze batmadan yaşayan ve hayattan hiç bir beklentisi olamayan genç kızın hikayesini anlatıyor. Birbirlerine tam anlamıyla ilaç gibi gelen bu ikilinin birbirlerinde yarattıkları değişimleri okuyarak çok farklı bir aşk hikayesini görüyorsunuz ve acaba ben de bu kadar cesaretli olup böyle bir adamı sevebilir miydim diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. Kitap zaten kendinizi hazırladığınız iki sondan birinde bitiyor elbetteki.
Kitabın kapak ve arkasındaki yorumlardan etkilenerek aldığım bu kitap bende çok da aynı etkileri yaratmadı. Özellikle sonlarını bir paket mendil ile okuyun vs tarzı yorumlar bende vukuu bulmadı. Belki anadilimde okumadığımdan belki de ajitasyonun dibine vurmuş Türk filmlerinden baya idmanlı olduğumdan bende aynı duyguları uyandırmadı. Ama genel olarak güzel bir kitap, farklı bir aşk hikayesi, birbirine emek veren çift olamayan bir çift. Bu tarz romantik bazlı kitapları seviyorsanız hoşlanırsınız eminim. Siz tatilde hangi kitapları okumayı seversiniz?
Bu sefer de tatil öncesi kitap arayışına girdiğimde elimdeki kitaplara baktım ve henüz onları okumak istediğime ve tamamen farklı bir telden çalmak istediğime karar verdim. Zaten tatilde bence hep chick lit okunur. Tatilin o rahat, o uçucu havasına yakışan kitaplar beni daha çok açıyor. Ağırları hep kışa saklıyorum :) Bu maksatla elimdeki chick lit'ler bittiğinden hem de Toni kendisine zaten tatil için Inferno'nun Almancasını almak için Stuttgart'a gideceğinden ben de kendime taa oralara gitmişken yeni bir chick lit alabilirim diye düşündüm. Tahmin edersiniz ki vizyondaki filmleri bile altyazı ile yayınlayıp asla orjinal dilinde gösterim yaptırtmayan Alman halkının güzide kitapçılarında İngilizce kitaplar bulmak pek de kolay olmuyor (Bakınız Türkçe demedim bile, ama bazı Alman siteler online Türkçe kitap satıyor, o kadar da kerbela durumu yok). Yok mu elbetteki var ama koca kitapevinin 50cm ene sahip en dar rafında toplasan 100 adet kitap. Haksızlık ediyor muyum bilmiyorum ama Amazon.de her zaman tercihim ama geç kaldıysam yapacak bir şey yok bulduğumuzu alıyoruz.
Kitabın kapak ve arkasındaki yorumlardan etkilenerek aldığım bu kitap bende çok da aynı etkileri yaratmadı. Özellikle sonlarını bir paket mendil ile okuyun vs tarzı yorumlar bende vukuu bulmadı. Belki anadilimde okumadığımdan belki de ajitasyonun dibine vurmuş Türk filmlerinden baya idmanlı olduğumdan bende aynı duyguları uyandırmadı. Ama genel olarak güzel bir kitap, farklı bir aşk hikayesi, birbirine emek veren çift olamayan bir çift. Bu tarz romantik bazlı kitapları seviyorsanız hoşlanırsınız eminim. Siz tatilde hangi kitapları okumayı seversiniz?
Etiketler:
Jojo Moyes,
kitap,
Me Before You,
Senden Önce Ben,
tatil
17 Eylül 2013 Salı
Yaz da bitti bizim tatilimiz de
Son postumu attıktan iki gün sonra en güzel yaz zamanını (bence) Eylül'de yaşayan ülkemize, onun en güzel plajlarına sahip beldesi Fethiye'ye uçtuk. Hatta öyle bir tatil planladık ki İzmir'de yaşayan ailelerimize bile kusura bakmayın bizim güneşe, denize ve kuma ihtiyacımız var; İzmir'e bu sefer uğrayamayacağız bile dedik :) Zamanlaması otel açısından gayet kötü ama bizim açımızdan ise oldukça iyiydi (Bunun için çok uzun bir yazı yazmam lazım yazıp yazmamakta kararsızım). Aslında nerdeyse köprüden önceki son çıkıştı çünkü Eylül sonu için hava nasıl gider bilemiyorduk ve eskisi gibi Çeşme vs. yapamayan, kendini rahatlatamayan bünyelerimiz hiç aralıksız Almanya'da bir kışı daha kaldıramayacaktı. Nitekim de dönüş uçağından iner inmez soğuk hava ile karşılaşıp donan bedenlerimiz gerçekten de tam zamanında gittiğimizi bize kanıtladı. Hava geldiğimizden beri soğuk, yağmurlu ve tabikiiiii griii.
Şu an hafızama kazınmış tatil anıları ile kendimi oyalamaya çalışıyorum. Resmen paralel evrende bir hafta isimli filmi çekip gelmiş gibiyim. Deniz suyunun sıcaklığı, havanın sıcaklığı, yediğimiz yemekler, balıklar, tatlılar her şey ayrı güzeldi. Tüm gün denize bakarak elimde kitapla kılımı bile kıpırdatmadan geçirdim. Hiç bir şeyi kafama takmadım. Oralara kadar gitmişken günübirlik Rodos da yaptık ama bence Rodos'un hakkı 3-4 gün kesinlikle. Tamamen tadı damağımda kaldı diyebilirim.
Yani aslında tam da Nil Karaibrahimgil'in aşağıdaki şarkısındaki gibi bir hafta oldu. (Ben videoyu Almanya'nın telif hakları yasası dolayısıyla maalesef izleyemiyorum ama sanırım diğer ülkelerde kesinlikle açılıyordur.)
Yaz hiç bitmeseydi çok iyiydi ama yenilenmek ve yeniden dışa dönük yaşayabilmek için biraz içimize ve eve kapanmamız lazım sanırım. Gelecek yaz için çok güzel planlarım var ve kesinlikle bir haftayla sınırlı olmayacak.
Chances are we'll have a 4 week holiday next year :))
Şu an hafızama kazınmış tatil anıları ile kendimi oyalamaya çalışıyorum. Resmen paralel evrende bir hafta isimli filmi çekip gelmiş gibiyim. Deniz suyunun sıcaklığı, havanın sıcaklığı, yediğimiz yemekler, balıklar, tatlılar her şey ayrı güzeldi. Tüm gün denize bakarak elimde kitapla kılımı bile kıpırdatmadan geçirdim. Hiç bir şeyi kafama takmadım. Oralara kadar gitmişken günübirlik Rodos da yaptık ama bence Rodos'un hakkı 3-4 gün kesinlikle. Tamamen tadı damağımda kaldı diyebilirim.
Yani aslında tam da Nil Karaibrahimgil'in aşağıdaki şarkısındaki gibi bir hafta oldu. (Ben videoyu Almanya'nın telif hakları yasası dolayısıyla maalesef izleyemiyorum ama sanırım diğer ülkelerde kesinlikle açılıyordur.)
Yaz hiç bitmeseydi çok iyiydi ama yenilenmek ve yeniden dışa dönük yaşayabilmek için biraz içimize ve eve kapanmamız lazım sanırım. Gelecek yaz için çok güzel planlarım var ve kesinlikle bir haftayla sınırlı olmayacak.
Chances are we'll have a 4 week holiday next year :))
5 Eylül 2013 Perşembe
Mutfak Maceraları - 2: Küçüktüm, Ufacıktım, Top Oynadım, Acıktım
Başlıktan da anlaşılacağı üzere yeni (gerçi yeni değil alalı baya oldu :)) yemek kitabım Teri Roditi Aksel'den Küçüktüm, Ufacıktım, Top Oynadım, Acıktım . Normalde hep pastacılık, kek, cupcake vs. kitapları alan birisiyim. Yemek konusunda pek iddaam ve hevesim olduğu söylenemez. Ben, demiştim ya, tatlıcı, kekçiyim :) yani işin bake kısmı genelde beni ilgilendirir. Ama bu kitabı görünce benim olsun istedim. Kitap okumayı zaten severim ama resimli kitapların bende yeri ayrı hele ki o kitap bir yemek kitabıysa ve içinde o yemeklerin çağrıştırdığı hikayeler ve birbirinden güzel, hayata ve aileye dair fotoğraflar var ise işte o kitap tadından yenmiyor. İçindeki tarifleri denemek bir yana ben durup durup kitabın resimlerine bakıp, tarifleri de roman okur gibi okuyorum :) Yeni keşfettiğim bir şey bu: bu tarz yemek kitapları beni sakinleştiriyor, kalabalık bir ailenin kocaman mutfağında takılıyormuşum hissi uyandırıyor. Herhalde burada fazlasıyla yalnız olduğumuz için kendime yeni savunma mekanizmaları yaratıyorum.
İşte bu kitaptan geçen gün ilk kez tarif denedim. Resimlere bakmaktan tariflere ancak sıra geldi anlayacağınız :) Çıtır Kabak Dilimleri ve Kabak Çorbası.
Teri Roditi Aksel Çıtır Kabak Dilimlerinin sebze yemeyen çocuklar için ilgi çekici olduğunu yazmış kitabında. Bense bu tarifi sebze yemeyen koca üzerinde denedim :D Zaten sebze açısından kıt olan bir coğrafyada var olan 3-5 sebzeyi de zorla yiyen bir kocayı kandırmak kolay olmuyor. Ama bu dilimler yanında domates sosu ile baya iş gördü. Ana yemeğin yanında hoş ve hızlı bir aperitif oldu benim için. Yaz kış yaparım artık.
Kabak çorbası ise ne zamandır aradığım bir tarifti - aslında aradığım bal kabağı çorbası tarifiydi. Gerçi internetten birkaç tane bulmuştum gayette güzel sonuçlar almıştım ama elimde yazılı bir kaynakta olması başkaydı. Ama işte dalgın kafa nasıl okuduysa tarifteki kabakları bal kabağı zannederek çorbayı o şekilde yaptım. Fena da olmadı açıkçası. Zaten tarifte kabak yerine diğer sebzeler de rahatça kullanılabilir diyordu. Benimkisi bir miktar farklı bir sebze tarafından olmuş oldu :D
Her ikisinin de sonuçları oldukça başarılı olduğundan kitabı sadece okumak ve resimlerine bakmak için değil (sadece o amaçla bile gayet alınır) aynı zamanda tarifleri açısından da oldukça farklı, güzel yapılası, yenilesi tarifler sunduğu için almaya fazlasıyla değer bir kitap.
Yeni tarifler denedikçe yazmaya devam edeceğim.
Yeni tarifler denedikçe yazmaya devam edeceğim.
1 Eylül 2013 Pazar
Outlet City Metzingen
Başlığımızdan da anlaşılacağı üzere bugün size Outlet City Metzingen'den bahsedeceğim. Adı üstünde outlet city ancak hakikatten şehir komple outlet mağazalardan oluşuyor. Türkiye'deki Forum AVM leri gözünüzün önüne getirin ama kısıtlı bir alanda değil komple bir şehrin markaların outlet mağazaları ile dolu olduğunu düşünün. Yine de esas markaların toplu bir alanda olduğunu söyleyebilirim ama şehrin merkezinde ya da insanların yaşadığı kısımlardaki dükkanlar bile outlet hep. Sanki böyle bir şehir kurup insanları da sonradan getirmişler gibi ama değil tabi ki. Şehrin başka yerleri de varmış ancak biz gezmedik maksat komple outlet city'i görmekti :)) Outlet alışverişi dışında zaten tamamiyle sevimsiz bir şehir bence. Yaklaşık 10'un üzerinde otoparkı bulunan şehirde otopark dışında bir yere park etmenizi tavsiye etmem. Özellikle kim ceza yazacak bırakayım gezeyim demeyin çünkü kesinlikle ceza yersiniz. Biz elinde ceza aleti ile dolaşıp gördüğü arabalara ceza kesen memuru şahsen gördük. Stuttgarta yakın olması ve Outlet city olması sebebiyle otoparkların pahalı olacağını düşünerek bırakmamazlık etmeyin zira otopark çok ucuz. Biz toplam ücreti görünce gözlerimize inanamadık. Yiyeceğiniz ceza otopark ücretinin en az 10 katı olacaktır.
Şehirde olan markaları buradan görebilirsiniz. Bir Türk için çok ilgi çekici olmayanlar veya olanlar olacaktır. Siz de bilmelisiniz ki Almanya bir alışveriş cenneti değil kesinlikle. Zaten modadan anlamadıklarını da hesaba katarsanız bu outlet city bile bence başlı başına bir milat onlar için. İlk kez gidecekseniz sabahtan gitmeniz en mantıklısı çünkü ancak gezersiniz hepsini. Biz önceden bir kaç markayı gözümüze kestirerek gitmemize rağmen vakit yeterli gelmedi. Bazı markaların mağazaları hayal kırıklığı yaratırken bazıları ise gerçekten yatırım yapılabilecek güzel parçalarla doluydu. Mesela adidas ve nike mağazaları tam bir hayal kırıklığıydı bizim için. En alınacak parçaların bedenleri kalmamıştı. Ayakkabılarda ise Türkiye ile karşılaştırınca hele ki son döviz artışından sonra çok da ucuz değildi. Hele Quicksilver/Roxy mağazası felaketti tek bir tur ile çıkışa gitmemiz yaklaşık 5 dakika almadı desem yeridir. Diğer yandan Michael Kors ve Coach mağazaları gerçekten başarılıydı. Güzel çantalar ile doluydu ve fiyatlar da indirimliydi. Hatta bazıların da outlet fiyatının üzerinden de indirim vardı. Almak maksatlı gitsek yatırım yapılacak 1-2 çanta alabilirdim. Onun dışında Hugo Boss fazlasıyla sürprizli bir mağazaydı bizim için. Ayakkabı kısımlarında gerçekten Almanya standartların da ve Hugo Boss standartlarında oldukça büyük ucuzluk vardı. Üstelik 35 numara da vardı :)) (Almanya'daki en büyük sıkıntım bu maalesef çoüu mağazada 35 numara olmaz.) Her model güzel miydi derseniz hayır ama içlerinde güzel modeller vardı. Raflar arasında gezerken 40 Euro'ya bir pantolon bile görmüşlüğüm var ki hala şaşkınım. Millet takım elbiselerini almak için buraya geliyormuş onu anladık. zaten öyle çok belirgin bir modası olayan takım elbiseyi outletten almak gerçekten çok mantıklı bir seçim. Tommy Hilfiger'da gayet güzel basic model jeanler 30 Euroydu. Daha ne olsun dedirtti bana şahsen :D Oakley ve O'Neill mağazaları ise eh işte diyebileceğim düzeydeydi. Sanırım biz ancak bunları gezebildik. Ama bir daha ki sefere daha başka markaları da gezip size bilgi vereceğim.
Genel hali ile ortamda Arap, Hintli ve Uzakdoğuluların baskını mevcuttu. Ama Türk çoğunluğunu da es geçmeyelim. Gözlerimi kapasam yurt dışında olduğumu anlamam bile. Zannedersem turlar bu noktayı da turlarına dahil ettiğinden Almandan çok yabancı vardı.
Yemek işine gelirsek Turist Info binasının hemen karşısında bir İtalyan restoranı var ve güzel görünüyor. Ayrıca biraz daha içeride donut, kek, sandviç satan bir dükkan mevcut. Aynı zaman da İtalyan restoranın karşısında da McDonalds bulunuyor. Bunlar dışında ise şehrin kendi ait alanlarında biraz daha dışarılarda yani mevcut birkaç yer daha olduğunu gördük. Yani aç kalmazsınız :)) Ayrıca Stuttgarttaki birkaç otelden servisleri kalkıyor ve ortamda Free Wifi da var. Ama biz hiç birini kullanmadığımız için bir şey diyemiyorum.
Almanya'nın çoğu marka açısından kısır bir bölgesinde bulunanlar için bence oldukça güzel ve faydalı bir seçenek. Deneyin derim.
Hepinize iyi pazarlar.
Etiketler:
alışveriş,
Almanya,
Coach,
Hugo Boss,
metzingen,
Michael Kors,
outlet,
outletcity,
Quicksilver,
Roxy
27 Ağustos 2013 Salı
Teras Dekorasyonu
Şu an oturduğumuz evin kocaman bir terası var. Aslında en üst katta oturmuyoruz aksine zemin üstünde oturuyoruz ama balkon o kadar büyük ki teras havası veriyor. Üst katların balkonları bizimkine oranla baya küçükken bizimki maşallah 5 yaş iki çocuğa çift kale maç sahası olacak büyüklükte. Tek eksisi ise yangın merdiveninin çıkış yerinin bizim teras olması yani yangın merdiveni tüm balkonlardan geçerek bizimkisinde son buluyor ve bizim terastan da geçilerek binadan çıkış sağlanıyor. O yüzden standart balkon boyundan yarım insan boyu daha geniş. Uzunluğa ise hiç girmiyorum :D Tüm cephe balkon diyebilirim.
Yangın merdiveninden bahsedince biz Türkleri bilirsiniz. Meşhurdur bizim oralarda yangın merdivenleri kullanılarak hırsızlık yapmak. Biz de alışkanlık gereği en önce bir önyargıyla yaklaştık duruma. Ama ev sahibine bu çekincemizi dile getirince burada öyle şeyler olmaz içiniz rahat olsun dedi. :)) Biz elimizdeki iki seçenekten biri olan bu evi diğer seçeneğin ortadan kalkmasıyla tutmak durumunda kalktık. Ev sahibi tabi ki haklı çıktı yangın merdiveni çıkışı problem olmuyor. Ama gel gör ki ev sahibi apartmanın ön cephesindeki her problem için işçi gönderdiğinde elemanlar hep yangın merdiveni kapısından çıkıyor ve o kadar rahatlar ki bizim terasta işleri olmasa bile malum yol geçen hanı olduğundan telefonla dakikalarca konuşan mı istersin; tüm alet edevatını balkona yığan mı istersin; canı sıkılıp balkondan çevreye bakan mı istersin her çeşidi var. Bin defa ev sahibine önce kapıyı çalın balkondan giriş yapacağız diye söyleyin öyle geçin dememize rağmen yok anacım illa paldır küldür balkona dalıyorlar. Zaten ödlek bir insanım artık iyice tırsıyorum en küçük gürültü de haydi apar topar noluyor yaaa diye fırlamalar, resmen ödüm ağzımda yaşıyorum.
Benim yapmam gereken aslında gelen adamlara ağzının payını vermek ama yok işte yapamıyorum. Henüz o kadar Almancam olmadığından sadece sinirlenmekle kalıyorum. Elbet benim Almancam'da size iki çemkirecek düzeye gelecek işte o zaman benden korkacaksınız. O zaman destursuz hele bir balkona girin ne olacak siz görün.
Maalesef yukarıda bahsettiğim nedenler dolayı ne kadar istesek de terasımıza ısınıp dip temel temizlik yapma, yeni dekorasyon ürünleri veya çicek vs. almaya elimiz gitmedi. Sadece İzmir'den getirdiğimiz balkon takımımız var o kadar. Yaz diye tabir edebileceğimiz birkaç hava ısınmasında kendisini kullandık. Yemek yedik ama sıcak ve dayalı döşeli bir hali olduğunu söyleyemeyeceğim. Daha çok sahipleri kışlık evlerine göç etmiş yazlık ev terası kıvamında :(( O yüzden ben de biraz Pinterestte gezinip güzel teras resimleri seçiyorum bu ara. Dileyenler Pinterest hesabıma buradan bakabilirler. Kışın yatırım yapıp diğer yaza hazır ve nazır olarak başlamak derdindeyiz ;)) Okuyanlardan hala Türkiye'de sıcak havada kavrulan var ise gelecek yaz mı daha bu bitmedi diyeceklerdir ancak üzülerek belirtmek istiyorum ki maalesef burada yaz bitti :(((
images: via Pinterest
Etiketler:
Almanya,
balcony,
balkon,
decoration,
dekorasyon,
teras,
terasse
20 Ağustos 2013 Salı
Mutfak Maceraları -1 - Rosemary Butter Cookies
Mutfakta zaman geçirmeyi seviyorum. Hatta bazı evlerin merkezi mutfaklardır ya özel oturma grubu içerir, gün içinde hep orada oturulur, misafiri eksik olmaz işte öyle mutfaklara bayılıyorum. Benim şimdiye kadar yaşadığım iki mutfak da bu tarife pek uymadı ama hayallerim sonsuz bir gün mutlaka olacak ;)
Mutfakla ilişkim ise biraz çelişkili Türkçe nasıl anlatılır bilemiyorum ama benim mutfakla ilişkim İngilizcedeki "bake" fiili ile anlatılabilir. Diğer bir fiil olan "cook" ise pek benlik değil :)) yani anlayacağınız fazlaca nazlı bir ilişkimiz var. Ama diğer yandan evli olduğumu hesaba katarsanız hayat maalesef hep "bake" hep "bake" olmadığı gibi çoğunlukla yapılan "cook" eyleminin arasına sıkıştırılmış "bake" lerden oluşuyor. Ne yapalım kısmet böyleymiş deyip olabildiğince çok zaman ayırmaya çalışıyorum bu en sevdiğim hobime.
Geçen gün sevdiğim bloklarda gezerken bu tarife rastladım, üstelik tarif de benim kendisini bir nevi ilahlaştırdığım ve aile arasında Martha teyze diye geçen :)) Martha Stewart'a ait olunca bir denesem fena olmaz dedim. Bir süredir de mutfağa özel bir şeyler yapmak için girmemiştim. Malum misafirlerimiz vardı, öncesinde de biraz yediğimize içtiğimize dikkat edelim diyerek hamur işlerine son vermiştim. Ama ne derler bilirsiniz: insan her zaman sevdiği şeyleri yapmaya çalışmalı elinden geldiğince. Bende koyduğum kuralları çiğneyerek mutfağa yöneldim.
Geografik kısıtlamalardan dolayı orijnal tarifte geçen vanilya özütünü ve sanding sugar'ı burada bulamadığımdan vanilya özütü yerine vanilya tanecikleri içeren Dr.Oetker vanilin ve beyaz sanding sugar yerine de parçacıkları daha çok sanding sugar'a benzeyen kahverengi şeker kullandım. Biberiyeli tatlı kurabiye olur mu demeyin. Sonuç gayet başarılıydı. Biberiye çok belirgin olmayan ama farkedebildiğiniz bir tat bırakıyor damakta. Ben şahsen bayıldım.

Tek bir uyarı da bulunacağım. Lütfen tarifte yazdığı gibi kurabiyeler arasına belli bir miktar mesafe koyun. Benim yaptığım gibi (aşağıdaki resimde görülüyor) sık sık dizerseniz genişleyerek hepsi birbirine yapışır aman diyeyim dikkat.
Afiyet olsun.
The Book of Times - Lesley Alderman
Kitabevlerini gezdiğim kitap kokusunu içime çektiğim kadar kitap satışı yapan web sitelerini de düzenli olarak takip ediyorum. Açıkçası internetten kitap almayı sevdiğimi söyleyebilirim (aslında internetten alışveriş yapmayı komple seviyorum ama konumuz o değil :)) Özellikle kitap fazlasıyla pahalı ise indirimli alabildiğim siteler genelde tercihim oluyor. Ama kitabevlerinden dolu torbalarla çıktığım da fazlasıyla mevcut. Dengede tutmaya çalışıyorum kendimce, olabildiğince. İnternet üzerinden gezindiğim ve her daim favoriler çubuğum da olan sitelerden biri de dün bahsettiğim Robinson Crusoe 389 kitapevinin sitesi.
Gerçekten çok farklı kitapları bulabildiğim bir site. Düzenli olarak girip bakınmayı yeni yayınlara göz atmayı ihmal
etmemeye çalışıyorum. Şu ara
Almanya'da olduğumdan sipariş veremiyorum bizzat ziyaret edemiyorum ama gözüm hep üstlerinde işte bir şekilde.
Yine bu gezinmelerimden birinde yukarıda resmini gördğünüz kitabı gördüm. Böyle ilginç kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Özellikle
benim gibi zamanla daima problemi olan biriyseniz. Kitabın kısa anlatımı ise
gerçekten çok çarpıcı insanın zamanla karmaşık ve paradoksal bir ilişkisi
olduğu ile başlayan; zaman sabit durur ama aynı zamanda akar da diyerek
yaralarımıza tuz basan bir kitap. Bulaşık makinasının ne kadar sürede boşaltığından bir
hamburgerin ne kadarda sindirildiğine kadar bir çok bilgi yer alıyormuş. Şahsen
benim ilgimi çekti. Benim gibi böyle garip ve küçük küçük bilgicikler içeren kitapları
seviyorsanız ve zamanı daha iyi kullanmak istiyorsanız bir inceleyin derim. Ben
de kitabı sipariş edilecek kitaplar isimli uzuuuuuun listeme kayıt edeyim. Chances are I'll find the book in Germany
Etiketler:
kitabevi,
kitap,
lesley alderman,
ROB389,
Robinson,
Robinson Crusoe 389,
the book of times
19 Ağustos 2013 Pazartesi
Robinson Crusoe 389 Kitabevi - namı diğer ROB389
Kitap kokusunu çok seviyorum. Hatta o kadar seviyorum ki evimde ne kadar kitap olursa kendimi o kadar sıcak ve evimde hissettiğimi söyleyebilirim. Kitap kokusu benim için aidiyet demek, anne-baba gibi sanki ne kadar çok olursa o kadar çok insan bana sarılıyormuş gibi hissediyorum. Belki hastalık olarak adlandırılabilir kitap alma sevgim. Okuma hızımın bin katı hızda alıyorum, kitapları biriktiriyorum bile diyebiliriz. Sadece Almanya'ya taşındığımızdan beri azıcık sekteye uğradı sanki.
Kendi içimde şöyle bir inanışım var. Sanırım eskiden ben kitaplarla iç içe yaşayan biriydim veya eski bir kütüphanenin sahibi / koruyucusu idim ve sanırım şimdiki gibi fazla okuyup fazla sesimin çıkmasından :) birileri beni o kütüphane ya da mabette öldürdü ya da orayı yaktılar ben de kitapları kurtarmaya çalışırken öldüm vs. Niyeyse buna inanıyorum. Gazetelerde bazı ünlü / aydın / yazar kişilerin evlerinin resimleri çıkar ya: bir oda vardır içi silme kitap doludur, tarihe şahitlik yaptığı yetmezmiş gibi bir de kitap biriktirmiştir. Bayılırım o odalara tarifi yok oraya ışınlanmak isterim. (kahretsin niye hala keşfedemedik şu ışınlanmayı - teoride kaldı tüm çalışma)
Tabi hal böyle olunca kitap evlerinde ne hale geldiğimi siz düşünün. Girdim mi çıkamam, saatlerce bakar, bakar ve bakarım. Biliyorum bu huyumdan çok sıkılan arkadaşlarım bile var. Ama benimle kitap bakmaya koklamaya gelen arkadaşlarımla anlaşmam hep şu şekildedir: kapıda buluşuruz uzun sürebilir sen keyfine bak :)))
İşte Robinson Crusoe 389'da onlardan biri. İstanbul seyahatlerimin uğrak yerleri listesi başındadır. İzmir'de yaşamaktan dolayı gidemediğim zamanlarda her an arşivini online sunan sitesi ise cabasıdır. Aslında taslaklarımda bu kitabevi ve orada gördüğüm bir kitap ile ilgili yazım duruyordu yayınlanmak üzere. Şansa bak ki site ben ondan bahsedemeden yardım sinyalleri verdi ve bugün öğrendiğime göre görülüyor ki günümüz tüketim öncelikleri ve ruhsuz muadilleri karşısında daha fazla dayanamıyor. Kendisine yardım etmemiz için bize bir yol sunmuş: ROBKART. Zaten kitap alıcısıysan bu şekilde alabilirsin veya internetten alışveriş yaparken kullanırsın ya da ne bileyim D&R'dan almazsın o süslü bestsellerı veya son çıkanı da Robinson'dan alırsın. Neden olmasın? Eski değerlerin kaybedilmesi beni kahrediyor. Bu hele bir kitabevi olup da ruhsuz zincir muadillerine yenilince ben daha da üzülüyorum.
Umuyorum en azından bir sonraki İstanbul ziyaretim de ve daha sonraki nicelerinde de yerinde olursun güzel kitabevi.

Chances are I'll see someday on my way and you'll be standing still as always :((
Kendi içimde şöyle bir inanışım var. Sanırım eskiden ben kitaplarla iç içe yaşayan biriydim veya eski bir kütüphanenin sahibi / koruyucusu idim ve sanırım şimdiki gibi fazla okuyup fazla sesimin çıkmasından :) birileri beni o kütüphane ya da mabette öldürdü ya da orayı yaktılar ben de kitapları kurtarmaya çalışırken öldüm vs. Niyeyse buna inanıyorum. Gazetelerde bazı ünlü / aydın / yazar kişilerin evlerinin resimleri çıkar ya: bir oda vardır içi silme kitap doludur, tarihe şahitlik yaptığı yetmezmiş gibi bir de kitap biriktirmiştir. Bayılırım o odalara tarifi yok oraya ışınlanmak isterim. (kahretsin niye hala keşfedemedik şu ışınlanmayı - teoride kaldı tüm çalışma)
Tabi hal böyle olunca kitap evlerinde ne hale geldiğimi siz düşünün. Girdim mi çıkamam, saatlerce bakar, bakar ve bakarım. Biliyorum bu huyumdan çok sıkılan arkadaşlarım bile var. Ama benimle kitap bakmaya koklamaya gelen arkadaşlarımla anlaşmam hep şu şekildedir: kapıda buluşuruz uzun sürebilir sen keyfine bak :)))
İşte Robinson Crusoe 389'da onlardan biri. İstanbul seyahatlerimin uğrak yerleri listesi başındadır. İzmir'de yaşamaktan dolayı gidemediğim zamanlarda her an arşivini online sunan sitesi ise cabasıdır. Aslında taslaklarımda bu kitabevi ve orada gördüğüm bir kitap ile ilgili yazım duruyordu yayınlanmak üzere. Şansa bak ki site ben ondan bahsedemeden yardım sinyalleri verdi ve bugün öğrendiğime göre görülüyor ki günümüz tüketim öncelikleri ve ruhsuz muadilleri karşısında daha fazla dayanamıyor. Kendisine yardım etmemiz için bize bir yol sunmuş: ROBKART. Zaten kitap alıcısıysan bu şekilde alabilirsin veya internetten alışveriş yaparken kullanırsın ya da ne bileyim D&R'dan almazsın o süslü bestsellerı veya son çıkanı da Robinson'dan alırsın. Neden olmasın? Eski değerlerin kaybedilmesi beni kahrediyor. Bu hele bir kitabevi olup da ruhsuz zincir muadillerine yenilince ben daha da üzülüyorum.
Umuyorum en azından bir sonraki İstanbul ziyaretim de ve daha sonraki nicelerinde de yerinde olursun güzel kitabevi.

Chances are I'll see someday on my way and you'll be standing still as always :((
14 Ağustos 2013 Çarşamba
DIY - Dantel detaylı Jean Şort
Günümün büyük çoğunluğu - ev işi yapmayacaksam yani - bilgisayar karşısında sevdiğimi blogları takip ederek ve internette surf yaparak geçiyorum. Bu surflerim sırasında en çok gezdiğim şeyler DIY projeleri oluyor. İçlerinden beğendiklerimi uygun olduğum bir zaman yapmak üzere arşivliyorum. Keşke bir de dikiş makinam olsaydı. :)
Arşivlediklerimden en yenisi ve bana en hemen yapılabilir geleni www.refinery29.com sitesinde gördüğüm 3 Cutoff DIYs That'll Save Your Summer DIY projesi oldu. Elimde aldığımdan beri bir kez giydiğim mor jeanim (ilk giyimden sonra bacakta arızası olduğunu farketmiştim ama çok ucuza aldığım için geri iade etmeye üşenmiştim) ve geçenler de burada çok meşhur olan Nanu-Nana mağazasından aldığım dantel bordürüm vardı. Ben sitedeki projelerden sonuncuyu uyguladım tabi biraz değiştirerek. Ortaya benim ve instangramdan anladığım kadarıyla arkadaşlarımın da beğendiği bir jean şort çıkmış oldu.
Resimler maalesef farklı günlerde, konumlarda ve saatlerde çekildiğinden ışık durumları facia. Malum Almanya'da gün ışığı da zor bulunuyor özellikle hava gri ise ki nerdeyse hep gri. Bu seferlik affedin :)) gelecek sefere daha iyi çözümler bulmayı planlıyorum.
Facia fotolarımla birlikte anlatımını aşağıda veriyorum.
Öncelikle jeanimizi düz bir yere yatırıyoruz. Benim gibi yamuk yatırmayın ya da halıyı yamultmayın ki görünüş düzgün olsun :)
Daha sonra üzerine ölçü olarak alacağınız jean şortu oturtun. Ancak şuna dikkat etmelisiniz: jeanlerin bel yükseklikleri farklı ise ağ kısımlarını eşleştirerek ölçü almanızda fayda var yoksa sonuçlar pek iç açıcı olmaz. Benim ölçü alacak mevcut şortum yok diyorsanız o zaman bu projeyi aldığım kaynaktaki gibi ölçüyü 12" alabilirsiniz. Dikkat: mezurayı jeanin en kenar üst noktasına yerleştirerek ölçü almanız gerekiyor.
Ölçü alındıktan sonra hata veya yamukluk olmasın diye sabunla (siz isterseniz tebeşir ile de yapabilirsiniz) çiziyoruz.
Her iki paçayı da işaretli yerlerden kesiyoruz. Böylece 1. aşamamız bitmiş oluyor. Bu aşamadan sonra dantel bordürü evde kaybedince 1-2 ara vermek zorunda kaldım. :))
Gelelim 2. aşamaya: Bu aşamada cep üstlerine ve paçalara dantel bordür dikeceğiz. öncelikle cep üstlerinde ölçü alarak dantel parçayı cep uzunluğunda kesiyoruz.
Ardından diğer cep için de aynı işlemi yaparak bu parçaları jean üzerine dikiyoruz.
Cepler bittikten sonra paça kısımlarına geçiyoruz. Burada kestiğiniz bordür boyunu bir miktar uzun bırakın ki olası genişlemelerde mesela otururken parçalar birbirinden ayrı gözükmesin. Önce kestiğim parçayı toplu iğneler ile nasıl dikeceksem o şekilde jean üzerine oturtuyoruz. Sonra da basit dikişle bordür ile jeani birleştiriyoruz.
Ve işte ta daaaaa - tamamen yenilenmiş, sezon havasına bürünmüş bir jean şort sizi bekliyor.
Arşivlediklerimden en yenisi ve bana en hemen yapılabilir geleni www.refinery29.com sitesinde gördüğüm 3 Cutoff DIYs That'll Save Your Summer DIY projesi oldu. Elimde aldığımdan beri bir kez giydiğim mor jeanim (ilk giyimden sonra bacakta arızası olduğunu farketmiştim ama çok ucuza aldığım için geri iade etmeye üşenmiştim) ve geçenler de burada çok meşhur olan Nanu-Nana mağazasından aldığım dantel bordürüm vardı. Ben sitedeki projelerden sonuncuyu uyguladım tabi biraz değiştirerek. Ortaya benim ve instangramdan anladığım kadarıyla arkadaşlarımın da beğendiği bir jean şort çıkmış oldu.
Resimler maalesef farklı günlerde, konumlarda ve saatlerde çekildiğinden ışık durumları facia. Malum Almanya'da gün ışığı da zor bulunuyor özellikle hava gri ise ki nerdeyse hep gri. Bu seferlik affedin :)) gelecek sefere daha iyi çözümler bulmayı planlıyorum.
Facia fotolarımla birlikte anlatımını aşağıda veriyorum.
Öncelikle jeanimizi düz bir yere yatırıyoruz. Benim gibi yamuk yatırmayın ya da halıyı yamultmayın ki görünüş düzgün olsun :)
Daha sonra üzerine ölçü olarak alacağınız jean şortu oturtun. Ancak şuna dikkat etmelisiniz: jeanlerin bel yükseklikleri farklı ise ağ kısımlarını eşleştirerek ölçü almanızda fayda var yoksa sonuçlar pek iç açıcı olmaz. Benim ölçü alacak mevcut şortum yok diyorsanız o zaman bu projeyi aldığım kaynaktaki gibi ölçüyü 12" alabilirsiniz. Dikkat: mezurayı jeanin en kenar üst noktasına yerleştirerek ölçü almanız gerekiyor.
Ölçü alındıktan sonra hata veya yamukluk olmasın diye sabunla (siz isterseniz tebeşir ile de yapabilirsiniz) çiziyoruz.
Her iki paçayı da işaretli yerlerden kesiyoruz. Böylece 1. aşamamız bitmiş oluyor. Bu aşamadan sonra dantel bordürü evde kaybedince 1-2 ara vermek zorunda kaldım. :))
Gelelim 2. aşamaya: Bu aşamada cep üstlerine ve paçalara dantel bordür dikeceğiz. öncelikle cep üstlerinde ölçü alarak dantel parçayı cep uzunluğunda kesiyoruz.
Ardından diğer cep için de aynı işlemi yaparak bu parçaları jean üzerine dikiyoruz.
Cepler bittikten sonra paça kısımlarına geçiyoruz. Burada kestiğiniz bordür boyunu bir miktar uzun bırakın ki olası genişlemelerde mesela otururken parçalar birbirinden ayrı gözükmesin. Önce kestiğim parçayı toplu iğneler ile nasıl dikeceksem o şekilde jean üzerine oturtuyoruz. Sonra da basit dikişle bordür ile jeani birleştiriyoruz.
Ve işte ta daaaaa - tamamen yenilenmiş, sezon havasına bürünmüş bir jean şort sizi bekliyor.
Ben açıkçası çok severek giyiyorum. Hem buralarda şort giyince önüne gelen bir sayfa yazı yazmadığından oldukça rahat kullanılıyor. Siz bulabilirseniz farklı dantel parçalarla daha büyük farklılıklar da yaratabilirsiniz.
Umarım siz de beğenirsiniz. Sizin de farklı ve çok zor olmayan :) projeleriniz var ise paylaşırsanız sevinirim. Yeni DIY projelerinde görüşmek üzere.
Chances are the weather will be nice tomorrow and I'll wear my updated short.
13 Ağustos 2013 Salı
Bu Aralar BEN
Nerdeyse çekip gitmiş gibi duruyorum değil mi? Blogu daha başlar başlamaz terk etmiş biraz da doğum sonrası bebeğine yabancılaşan anne sendromunda sessiz sedasız kayboluverdim. Aslında bunun tek sebebi 3-11 Ağustos arası misafirlerim olmasından ve ondan öncesinde de derin derin temizliklere girişmemdir. Bu kadar çok ne yaptın derseniz, 2 oda 1 salon evimizin misafirler için tek yatılası odasını bizim ardiye odamız olmaktan çıkarıp insana yakışır hale getirmek diyebilirim :D (şaka şaka o kadar da kötü değildi ama atılacaklar çok birikmişti). Fazlalıklar üzerine çok çalışınca temizlik işlerine dalınca taslaklarda bekleyen iki postum neredeyse arşivin tozlu raflarına geçiş yapacaktı. Neyse ki işte geldim burdayım :)) Önce taslaklarda bekleyen postlarım arkasından da yok olduğum süre boyunca gezdiğim yerlerin bol resimli postları gelecek.
En kısa süre de görüşmek üzereee
Chances are ......
En kısa süre de görüşmek üzereee
Chances are ......
26 Temmuz 2013 Cuma
Almanya'da Almanca bilmemek
Aslında hiç bilmiyor değilim. Yani sonuçta devletin getirmiş olduğu göçmen yasası gereği en basit seviye Almanca bilgisini göç edecek herkes bilmek ve bildiğini ispatlamak zorunda. Neyse ki dil öğrenmede sorunum olmadığından bu aşamayı fazlasıyla kolay bir biçimde Almanya'dan gelen sınavda 100 üzerinden 95 alarak ispatlamıştım. Ama olayın bunu bilmekle bitmediğini zaten gelmeden önce de biliyordum ama bu kadar fena olacağını tahmin etmemiştim.
Şu an yaşadığımız bölgenin kendine has bir şivesi var. Farz edin ki Türkiye'ye yeni geldiğiniz ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayacaksınız ama size batı Türkçesi öğretilmiş. İlk geldiğimde ne dediklerini anlamadığım gibi cevap vermenin de çok kolay olmadığını gayet güzel gördüm. :) O yüzden hemen emniyetli sulara gömülerek ingilizceye geçiş yaptım. Ayrıca Almanya'ya taşınır taşınmaz başka evrak işleri olduğundan halen Almanca kursuna devam edemediğimi hesaba katarsak anlama kısmı giderek artıyor ama konuşma derin sularda kalmaya devam ediyor. (Aslında Almanca telefonda restoran rezervasyonunu komple Almanca yapabiliyorum küçük bir ayrıntı dışında... konuştuğum kişi aslen bir Japon :)) bu durumda Almancam gelişti diye bilir miyiz bilmiyorum :)))
Çoğu Alman İngilizce biliyor - yaşlılar hariç - ama onlar da biliyor musunuz diye sorduğunuz da çoğunlukla "a little" demeyi tercih ediyor. Ama bir bakıyorsun çatır çatır İngilizce konuşuyor. İlk başta buna bir anlam veremiyordum ama sonradan bir expat blogunda okuduğuma göre özellikle böyle söylüyorlarmış. Karşılarındaki çok iyi İngilizce biliyorsa mahçup olmamak için ;) Bu olayın başıma bir kaç kez gelmesinden sonra İngilizce'nin Almanların yumuşak karnı olduğunu anlamış oldum. Hele bir de Amerika'ya olan hayranlıkları ve orada yaşamaya dair hayallerini fark etmemin ardından benim için Almanları püskürtmenin yolu ortaya çıkmış oldu :)
Püskürtme derken yanlış anlaşılmasın. Almanlarla (yani çoğu kısmıyla) bir sorunum yok. Ama işimi Almanca halledemeyince ve kapınız çalınıp megafondan biri Almanca bir şeyler söyleyeme başlayınca paralize olmak yerine İngilizce konuşuyor musunuz diye sormak en mantıklısı geldi bana. Öyle hızlı ve size sinirli gelen bir tonla konuşuyorlar ki korkuyorsunuz. Yani ben korkuyorum :) Özellikle devlet daireleri korkulu rüyam.
İlk geldiğim zaman yabancılar şubesine gitmem gerekiyordu ve eşim maalesef benimle gelemeyecekti. Eşimden bildiğim kadarıyla da yabancılar şubesinde Almanca bile konuşsanız size pek iyi davranmıyorlardı. Bende İngilizce konuşmaya karar verdim. Hem böylece beni aşağılamayacak (ki evet bazen yapıyorlar) hem de sorularıma düzgün cevap verecekti. Ve inanmayabilirsiniz ama benden önce gelene Almanca çata çata saydırırken benle süt dökmüş kedi misali konuştu. Artık bu benim mekanizmam oldu Almanca konuşabilecek durumda bile olsam yabancı olduğum için tavır göreceğime ve geçiştirileceğime İngilizce konuşuyorum ve karşımdaki düzgün konuşmak için o kadar uğraşıyor ki bana tavır yapmaya vakti olmuyor ya da İngilizce tavır yapamıyor. Devlet düzgün muamele görüyorum açıkçası.
Almanların bazılarının yabancılara ya da Türklere niye böyle davrandığını da başka bir yazı da yazacağım.
Chances are I'll speak in German one day :)
Şu an yaşadığımız bölgenin kendine has bir şivesi var. Farz edin ki Türkiye'ye yeni geldiğiniz ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayacaksınız ama size batı Türkçesi öğretilmiş. İlk geldiğimde ne dediklerini anlamadığım gibi cevap vermenin de çok kolay olmadığını gayet güzel gördüm. :) O yüzden hemen emniyetli sulara gömülerek ingilizceye geçiş yaptım. Ayrıca Almanya'ya taşınır taşınmaz başka evrak işleri olduğundan halen Almanca kursuna devam edemediğimi hesaba katarsak anlama kısmı giderek artıyor ama konuşma derin sularda kalmaya devam ediyor. (Aslında Almanca telefonda restoran rezervasyonunu komple Almanca yapabiliyorum küçük bir ayrıntı dışında... konuştuğum kişi aslen bir Japon :)) bu durumda Almancam gelişti diye bilir miyiz bilmiyorum :)))
Çoğu Alman İngilizce biliyor - yaşlılar hariç - ama onlar da biliyor musunuz diye sorduğunuz da çoğunlukla "a little" demeyi tercih ediyor. Ama bir bakıyorsun çatır çatır İngilizce konuşuyor. İlk başta buna bir anlam veremiyordum ama sonradan bir expat blogunda okuduğuma göre özellikle böyle söylüyorlarmış. Karşılarındaki çok iyi İngilizce biliyorsa mahçup olmamak için ;) Bu olayın başıma bir kaç kez gelmesinden sonra İngilizce'nin Almanların yumuşak karnı olduğunu anlamış oldum. Hele bir de Amerika'ya olan hayranlıkları ve orada yaşamaya dair hayallerini fark etmemin ardından benim için Almanları püskürtmenin yolu ortaya çıkmış oldu :)
Püskürtme derken yanlış anlaşılmasın. Almanlarla (yani çoğu kısmıyla) bir sorunum yok. Ama işimi Almanca halledemeyince ve kapınız çalınıp megafondan biri Almanca bir şeyler söyleyeme başlayınca paralize olmak yerine İngilizce konuşuyor musunuz diye sormak en mantıklısı geldi bana. Öyle hızlı ve size sinirli gelen bir tonla konuşuyorlar ki korkuyorsunuz. Yani ben korkuyorum :) Özellikle devlet daireleri korkulu rüyam.
İlk geldiğim zaman yabancılar şubesine gitmem gerekiyordu ve eşim maalesef benimle gelemeyecekti. Eşimden bildiğim kadarıyla da yabancılar şubesinde Almanca bile konuşsanız size pek iyi davranmıyorlardı. Bende İngilizce konuşmaya karar verdim. Hem böylece beni aşağılamayacak (ki evet bazen yapıyorlar) hem de sorularıma düzgün cevap verecekti. Ve inanmayabilirsiniz ama benden önce gelene Almanca çata çata saydırırken benle süt dökmüş kedi misali konuştu. Artık bu benim mekanizmam oldu Almanca konuşabilecek durumda bile olsam yabancı olduğum için tavır göreceğime ve geçiştirileceğime İngilizce konuşuyorum ve karşımdaki düzgün konuşmak için o kadar uğraşıyor ki bana tavır yapmaya vakti olmuyor ya da İngilizce tavır yapamıyor. Devlet düzgün muamele görüyorum açıkçası.
Almanların bazılarının yabancılara ya da Türklere niye böyle davrandığını da başka bir yazı da yazacağım.
Chances are I'll speak in German one day :)
Etiketler:
Almanca,
Almanya,
Almanya'da yaşam,
Expat,
yaşam
18 Temmuz 2013 Perşembe
Expat olmak
Şu aralar beni en iyi tanımlayan kelime expat sanırım. İnsanın belli bir yaştan sonra expat olması kolay değil aslında ama benim gibi hayatı turistmiş gibi yaşayan biri için güzel bir fırsat olabiliyor. Ama zor yanları da yok değil. En zoru düzene alışan bünyenin yeni şartlara göre yeniden programlanması ki bu fazlasıyla sıkıntılı bir dönem. Alışık olduğunuz şeyleri başka bir ülkede bulmaya ve oturtmaya çalışıyorsunuz. Hadi bu biraz daha kolay ya o ülkede bulamadıklarınız. Mesela en basitinden temizlik yapmak. Elbetteki her türk kızı gibi ben de temizlik yapmayı biliyorum ama Türkiye'de calışmaktan temizlik yapmaya vakit bulamadığımdan evine 2 haftada bir yardımcı alan biri için tüm evi temizlemek fazlasıyla zor oldu başlarda. Tanrım ne kadar da ayrıntı varmış dememek işten bile değil.
Benim gibi üniversiteden mezun olduğundan beri çalışan biriyseniz ve şu an yaşadığınız ülke henüz size çalışma izni vermiyorsa işte bu da başka bir zorluk oluveriyor. Yıllarca çalışmış biri evde ne yapar oluyor bünyeniz. Ben bazen günlerce hiç bir şey yapmayarak bazen de tüm bir haftayı muhteşem bir üretkenlikle geçirerek ve bir ortalama tutturamayarak ilerliyorum açıkçası. Ama bu durum ben son 5 yıldır çok çalıştım enerji toplayarak yoluma devam edeceğim bahanesiyle bazı bazı geçiştirilebiliyor :))
Esas problem tüm bunların üstünde aslında. Evmiş, temizlikmiş, işmiş vs bunlar hep yan faktörler esas problem ailen ve arkadaşlarının olmaması. Sıkıntıdan bazen eşine sarman ya da sıkıntını temizlikten çıkarman. Buraya gelmeye karar verdiğimizde bize en çok sorulan soru "oralarda kiminiz kimseniz var mı?" oldu çünkü dünya ya da sizin dünyanız sevdikleriniz olmadan pek dönmüyor. Başına gelen bir şeyi birine anlatıp derine inmeden hafiflemiyor. Tıkanıp kalıyorsun. Biz kociyle birbirimize anlatırız her şeyi ama insan arkadaş aile fertleri de olsun istiyor. Skype'ta Tango'da değil de kanlı canlı görmek istiyor. Yeğeni şarkı söylerken şarkı bittiğinde sıkıştırmak sarılmak istiyor. Doğumgünlerinde pastanın mumları üflenirken kadraja girmek istiyor. Bu akşam süper bir kek yaptım gelsenize yiyelim demek istiyor. İstiyor da istiyor işte. Ama bir seçim yapmışsan ve onu devam ettirmek istiyorsan o zaman katlanıyorsun. Yani kabaca expat olmak kalbi başka bir yerlerde bırakmak demek :)
Chances are we'll get together in the future
PS: açılışı çok damardan yaptığımın farkındayım ama daha expatlığın güzel yanları da var oralara da geleceğim söz :))
16 Temmuz 2013 Salı
Merhaba
Düşünerek blog açmak ne zormuş. Eskiden MSN'de herkesin kendine özel sayfası varken kendi kendime blog tutmaya başlamıştım. Düşünmeden bir anda. kaç yıl önce hatırlayamıyorum bile. Sonra içimi döküp döküp kapatmıştım o sayfayı. Her şey yazmaya başlayıncaya kadar aslında. Bunun öncesinde açmaya yüzlerce kez karar verip hep vazgeçmişliğim var. çok düşünen ama icraata geçemeyenlerdenim galiba. Ama bu sefer umutluyum. Bu blogun konusu ne derseniz gördüklerim, alışmaya çalıştıklarım, yeni hayatım, mutfak maceralarım, do it yourself projelerim ve daha bir çok şey kısacası her şey. Alışmaya çalıştığım yeni dünyada bana iyi geleceğini düşünüyorum. Umuyorum okuyan olursa onlara da iyi gelir.
Chances are I'll keep blogging.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)